Fethin 567. yılında...
Aşılamaz denilen Haliç’in zincirlerinin aşıldığı, yıkılamaz denilen surların yıkıldığı, alınamaz denilen İstanbul’un alınarak Peygamber Efendimizin (s.a.v.), “İstanbul mutlaka fethedilecektir.
Onu fetheden kumandan ne güzel kumandan; onu fetheden ordu ne güzel ordudur” (Ahmed bin Hanbel) müjdesine mazhar olunan büyük fethin 567. Yılındayız.
Sultan II.Mehmet’i Fatih ve cihan padişahı yapan bu kutlu fethin askeri, siyasi dehası ve kahramanı şüphesiz dünyanın en büyük entelektüellerinden Fatih Sultan Mehmet’tir. Lakin fethin bir de gizli ve manevi kahramanları vardır ki onları da hatırlamak, anmak ve anlatmak boynumuzun borcudur.
İstanbul’un Fethi’nin üç manevi kahramanı Akşemseddin, Molla Hüsrev ve Molla Gürani’dir. Akşemseddin bu kahramanların başında gelir ve İstanbul’un manevi Fatihi olarak bilinir.
Ak Şeyh olarak da geçmektedir.
Bu manevi önder, büyük hocanın neden Akşemseddin diye anıldığından söz etmek istiyorum; Şems’in Farsça ‘’Güneş’’ demek olduğunu biliriz hepimiz, Şemseddin ise ‘’Dinin Güneşi’’ demektir. Akşemseddin diye anılmasının nedeni de ak saçlı ve sakallı olup beyaz elbiseler giymesinden değildir sadece.
Bu şekilde anılmasını Türkçede ‘‘Kara‘‘ ve ‘‘ak‘‘ sözcüklerinin renk tanımlarından önce asıl anlamında aramak gerekir.
Türkçede Kara; ulu, yüce, zor, sert, iri, cesur,büyük anlamında kullanılır. Kara Mürsel; Ulu, yüce Mürsel’dir.
Karakış; zor kıştır, şiddetli kıştır.
Karadeniz; dalgaları nedeniyle zor denizdir. Karahisar; büyük hisardır.
Türkçede Ak ise ''bilgelik'' manasındadır.
Ak; temiz, dürüst, namuslu, sıkıntısız, rahat, sorunsuz manalarına da gelir.
Akgün-kara gün; sıkıntısız gün- zor, sıkıntılı gün anlamındadır.
Bu durumda Akşemseddin; bilge, sıkıntısız, sükûnetli, güven veren Şemseddin demektir.
Dünyanın bulaşıcı bir salgınla mücadele ettiği şu günlerde bir yönünü daha sizlerle paylaşayım; mikrobiyolojinin babasıdır Akşemseddin. Ankara’daki Hacı Bayram Camii’nin çilehanesinde çilesini çektikten sonra tıp biliminde yoğunlaşır.
Bulaşıcı hastalıkların uzmanı olur ve Hacı Bayram-ı Velî’den, bugünkü diplomanın karşılığı olan “ilimde icazet” alır.
Bu eğitiminin sonunda yazdığı “Maddet-ül-Hayat” adlı kitabında ; “Hastalıkların insanlarda birer birer ortaya çıktığını sanmak yanlıştır. Hastalıklar insandan insana bulaşır. Bu, gözle görülemeyecek kadar küçük fakat canlı tohumlar vasıtasıyla olur.” demektedir ki; bu nedenle mikrobiyolojinin babası sayılır.
Akşemseddin’in bu tespitini, tam 400 yıl sonra Pasteur dile getirir, ancak maalesef bulaşıcı hastalıkların ilk kâşifi olarak Akşemseddin anılmaz.
Sultan II. Murat’ın daveti üzerine Akşemseddin ve Hacı Bayramı Velî birlikte Edirne’ye giderler.
Sultan II. Murad bu iki zatın değerini anlar ve Saray’ın kapılarını açar. Fatih Sultan Mehmet (II. Mehmet) henüz beşiktedir.
Bir gün sohbet esnasında Sultan II. Murad “Fetih bizlere müyesser olacak mı?” diye sorar. Hacı Bayramı Velî de “Siz ve biz bunu göremeyiz; ama fethi görmek şu küçük şehzade ile bizim köseye (Akşemseddin) nasip olacaktır” der.
Kuşatma başlayıp surlar aşılamadığında fethin gecikmesi nedeniyle baş gösteren moral bozukluğunu “fetih günü”nü aynen bildirerek gideren, âyeti kerimeleri ve hadîsleri tefsir ederek askere gayret ve cesaret vermeye çalışan yine Akşemseddin’dir…
Akşemseddin, bu arada İslâm dünyasının ulu kişisi Hazreti Eyyûb el Ensarî'nin İstanbul surları dibinde bulunduğu bilinen kabrini de bulmak ister.
Halid bin Zeyd Ebâ Eyyûb el Ensarî, Hazreti Muhammed'i Mekke'den Medine'ye hicretinde evinde misafir eden, Hazreti Peygamberin bütün gâzâlarında yanında bulunan ve onun sancaktarlığını yapan zâttır.
Emevîlerin ilk halifesi Muaviye, oğlu Yezîd'in kumandasındaki bir orduyu İstanbul'u fethe gönderdiği zaman, çok yaşlı bulunan Halîd bin Zeyd'i de ‘’uğurlu kişi’’ olarak bu sefere memur etmişti. İslâm âleminin bu ünlü kişisi İstanbul'un muhasarası sırasında vefat etmiş ve vasiyeti gereğince surların dibindeki bir noktada toprağa verilmiştir.
Akşemseddin, bu bilgininin ışığı altında Hazreti Eyyûb'un kabrinin İstanbul surları dibindeki bir noktada olduğunu bildirir.
Evliya Çelebi, ünlü seyahatnâmesinde bu olayı şöyle nakletmektedir:
“Fatih Sultan Mehmet İstanbul'u fethederken, yetmiş yedi kibar ehlullah Ebâ Eyyub'un kabrini tecessüse koyuldular. İçlerinden Akşemseddin: ‘Beyim, Alemdârı Resulullah Ebâ Eyyûbü'l Ensârî bu mahalde medfundur’, diyerek bir hıyâbanı orman içre girdi.
Bir seccade yaydırıp namaza durdu. İki rekâttan sonrâ selâm verip tekrar secdeye vardı ve rahat bir uykuya dalmış gibi öylece kaldı.
Birçok kişiler, Efendi Hazretleri, Eyyûb'un kabrini bulamadığı için hicâbından uykuya vardı, diye târizler ettiler.
Bir saat sonra Akşemseddin Hazretleri seccadeden başını kaldırıp, mübarek gözleri kan çanağını andırır hâlde Fatih Sultan Mehmet Han'a hitâben: ‘Hünkârum, hikmeti Hüdâ... Seccademizi tam Hazret'in kabri üzerine sermişler!’
Bunun üzerine seccadenin bulunduğu yer derhal kazıldıkta, üç zira (eski bir ölçü) derinlikte, dört köşe yeşil bir somaki taş ortaya çıktı ve üzerinde kûfi yazı ile: “Hâzâ Kabri Ebâ Eyyûbül Ensarî” diye yazılmış olduğu görüldü.
Taş kaldırıldığında, Hazreti Eyyûb'un ter ü tâze vücudu safran ile boyanmış kefeni içinde ortaya çıkmış. Sağ elinde tunç bir mühür varmış.
Taş tekrar yerine kapatılmış. Üzeri örtülmüş.’’
Eyüp Sultanın kabri bu şekilde bulunmuş ve türbe inşa edilmiştir.
İstanbul alındıktan sonra camiye dönüştürülen Ayasofya’daki ilk cuma hutbesini okuyan da Akşemseddin’dir.
Fatih, İstanbul’un fethinden sonra, bir ara hocasından kendisini dervişliğe kabul ederek irşatlarda bulunmasını ister.
Akşemseddin bu teklifi: “Sen devlet işlerini gereği gibi yerine getirmeye ve saltanatı devam ettirmeye mecbursun ve bununla görevlisin.
Sen benim halvetime girersen dünyanın düzeni bozulur. Senin sâlik olman değil, mâlik olman lâzımdır...” diyerek şiddetle reddeder.
Artık kendi görevinin de bittiğine inanan Akşemseddin, Fatih’ten Göynük'e gidip, orada dersleriyle uğraşması için izin ister.
Fatih hocasını bırakmak istemese de, sonunda çare olmadığını görür.
Hocasını Göynük'e uğurlar.
Akşemseddin Göynük'te bir köşeye çekilerek öğrencileri ve kitaplarıyla baş başa kalır, Fatih'e yazdığı mektuplarda, Ona, yeni ufuklar açar.
1459 yılının Şubat ayında Fethin manevi önderi Göynük’te vefat eder Süleyman Paşa Camisi’nin bahçesine defnedilir.
Allah rahmet eylesin, mekanı ve mekanları cennet olsun…
YAZIYA YORUM KAT
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.